HaberlerMakaleler

Talihsizlikler Neyimiz Olur? – Dr. Ömer Akgül

Talihsizlikler Neyimiz Olur?

Dr. Ömer Akgül ile Röportaj

[email protected]

 


Video izlemek için tıklayınız:

https://www.psyflixtr.com/terapiegitimleri?wix-vod-comp-id=comp-lcw8xinw


 

 

Merhabalar. Umarım her şey herkes için yolundadır. Bununla birlikte her zaman her şey istediğimiz gibi olmuyor. Zaman zaman zorlayıcı yaşam koşullarıyla mücadele eden bizler ruh sağlığımızı nasıl daha güçlü hale getirebiliriz? Ruh Sağlığı Derneği Başkanı Dr. Ömer Akgül Hocamızla Talihsizlikler Neyimiz Olur? Konusunda yolumuzu aydınlatmak üzere bir araya geldik. Nasılsınız Hocam?

 

Çok şükür dertliyiz.

 

Çok şükür dertliyiz derken, derdiniz olduğu için şükür mü ediyorsunuz? Ne demek istediniz Hocam? Şaşırdım.

 

Tam olarak, doğru anladınız. İyi ki derdimiz var.

Hiçbirimiz herhangi bir talihsizlikten muaf değiliz. Şimdiye kadar herhangi bir talihsizliğe maruz kalmamış bir kimse var mı? Her an, her birimiz, her hangi bir talihsizliğe maruz kalmaya adayız. Gelecekte herhangi bir talihsizliğe maruz kalmayacağının garantisini almış olan var mı? 

 

Yok tabi. Peki talihsizlikler hayatımızın bir parçası ise, ve bu musibetlerin bize isabet etmesine tamamen engel olamayacaksak da, bunları nasıl anlamlandırabiliriz. Yani en talihsiz şartlar altında bile bir anlam yaratılabilir miyiz?

 

Hayatın zorlukları duygusal ve ruhsal gelişimimiz için bir sıçrama tahtasıdır. Acı da, talihsizlikler de hayatın kaçınılmaz parçalarından biridir. Acılardan kaçmak imkansızdır. Kaçınılmaz olandan kaçmaya çalışmak ya da reddetmek veya savaşmak yerine, acıyı fark edip, kabul edip acının içinde bir anlam bulabiliriz.

 

Hayat talihsiz kısıtlamalarla doludur. Kısıtlamalar bizim özgürlüğümüzü gölgeler. Özgürlük kısıtlamalardan uzak olmak anlamına gelmez. Herkes bu ya da şu şekilde bir kısıtlama altındadır. Hepimiz sınırlıyız. Hayatın koşullarındankurtulmuş‘ değiliz, ancak bu koşullara rağmen ne yapacağımıza ‘karar vermek‘ konusunda hala özgürüz. Elimiz kolumuz bağlı bile olsa, olup bitene karşı tavrımızı seçme konusunda özgürüz. Buna iç özgürlük diyoruz. İç özgürlük; ne istersek onu yapma özgürlüğünden ziyade, hayata karşı sorumluluk duygusuyla yaklaşma, sorumlu hissetme, kendi hayat mücadelemizin bizi davet ettiği “şey”e karşılık verme özgürlüğüdür. Acaba yaşanan tarifi mümkünü olmayan bu olaylardan sonra kendi merkezli endişelerimizin ötesine geçtiğimizde, kendimizden daha yüce bir şeyin parçası haline gelebilir miyiz? “Davet edildiğimiz şeyin ne olduğuna emin miyiz?” diye sorulabilir mi?

 

Evet hocam, çok doğru. Acı biber kendi başına acı iken adana kebabın içinde tatlı bir şey oluyor, acı biber olmasa, o acı tadı kebaba karışmasa adana kebap lezzetinden mahrum kalırdık. Acı kendinden daha büyük bir bütünün anlamlı bir parçası oluyor adana kebabın içinde. Kendini aşıyor. Hem bütünü anlamlandırıyor hem de bütünden anlam kazanıyor.

 

Tam olarak öyle. Hayatta hiçbir acıyı gözden çıkaramayız. Çünkü onlar bizim hayatımıza tat vermek için gelmiş olabilir. Karşılaştığımız talihsiz olaylar için eylemlerimizin sonuçlarını belki geri almaya gücümüz yetmeyebilir. Ancak pişmanlık duyarak ve bunu bir yanlış olarak görerek, veya aşkın manasında yeniden anlam üreterek, ahlaki bir düzlemde geri alabiliriz. Bu durumda da “acaba yaşanan talihsiz olaylar insan başarılarına dönüştürülebilir mi?”. Yani “her türlü talihsizliğe rağmen nasıl bir insan başarı koyabiliriz?” şeklinde düşünebiliriz.

 

O zaman şunu sorabilir miyiz: “Bizi öldürmeyen şey güçlendirir mi?”

 

Bu nasıl anlamlandırdığımıza bağlı. Yıkıcı bir şey yaşandığında acaba güçsüz müyüz? Yoksa bununla başa çıktığımızda güçlü müyüz? Ya da güçlü olmalı mıyız? Ya da tüm bu güç kelimelerinden öte bu çağrıya kulak mı vermeliyiz? Güçlü olmak, güçlü kalmak kaygıları bu çağrıya kulaklarımızı tıkayabilir mi? O çağrıya kulak verdiğimizde acaba herhangi bir şey bu acıyı anlamlı kılabilir mi? Metanet, cesaret ve ağırbaşlılık ile buna tahammül (hamallık) ederek, hayatla ilgili öğrendiklerimizi ve halen mümkün olanları düşündüğümüzde, bunu bir insan başarısına dönüştürebilir miyiz? Yok olmak ve var olmak olarak gördüğümüz her bir mesele aslında yeniden varolma fırsatı mı sunar? Acaba içine düşülen durum gerçekten içinden çıkılmaz bir durum mudur? Yoksa bu yaşadıklarımızın keşfetmemiz gereken kolayca görülmeyen başka bir anlamı mı var?

 

Hocam verdiğiniz birkaç örnek dinlemiştim sizden bu konu ile ilgili. Şimdi de paylaşabilir misiniz?

 

En çok hangisinden etkilenmiştin?

 

Mücevher yumuşak taştan olmaz demiştiniz. Bir çok örneğiniz vardı. Hepsini dinlemek isteriz.

 

Yumuşak taştan mücevher olmaz. Sert taştan mücevher olur. Yıllarca baskı altında sıkışan, sıkılan taş acıların içinden çıkar. Ve kesilme zımparalanma yakılma gibi bir çok eziyetten sonra ışığıyla dünyamızı aydınlatır. Yani taş için tüm bu talihsizlikler aslında onun gerçek potansiyelini ortaya çıkarması için bir zaruret ve fırsattır.

 

Kilim metaforunu da dinleyebilir miyiz?

 

Kilime vuranın niyeti kilimi dövmek değil onun tozunu silkelemektir. Hayat zorlayıcı yaşam olaylarıyla aslında kirimizi pasımızı döker.

 

Bir de heykeltraş ve kalemtıraştan bahsediyordunuz.

 

Bir Heykeltraşı düşünün, bir kaya parçasının içindeki atı gören heykeltraşı düşünün. O kaya parçasına çekiçle keski ile vurup, yontarken taş dile gelse dese ki: “adam sen ne yapıyorsun, beni kırıp döküyorsun bana eziyet ediyorsun yapma” dese kendi için iyi bir şey mi yapmış olur? İsyan ederse kaya olarak kalır.

Kalemtraşa kalemi sokup traşlayıp kestiğinizde, kalemi olmak üzere var olduğu şeyi daha iyi gerçekleştirmeye hazırlıyorsunuz. Hayatta bizi sürekli keskinleştiriyor. 

 

Talihsizlikler bizi olgunlaştırıyor diyebilir miyiz?

 

Et ateşte pişiyor, karpuz sıcakta olgunlaşıyor. İnsan da zorlandıkça kemale (mükemmele) eriyor. Özüne kavulşuyor. Tıpkı soğanın göz yakması gibi. Soğan göz yaşartıcıdır. İçimizin içinde bir yerde, bize dokunmasını beklediğimiz, bizim de dokunmamızı bekleyen bir ‘öz’ümüz var. Ne var ki kalın kabuklarla çevrili bu öz’e bir türlü ulaşamıyoruz. İç içe sarılı soğan kabukları gibi, her kabuğu soyunca, “işte şimdi buldum!” dediğimiz şey asıl aradığımızı perdeleyen bir başka kabuk oluyor. Bir süre o kabukta oyalanıyoruz ama sonunda kabuk kabukluğunu açık ediyor, bizi aldatamaz oluyor, soyuyoruz onu da… Sonunda dokunacağımız o öz, soğanın cücüğü, bizi orada bekliyor. Ulaşacağız bir gün belki, ama öz’e doğru inerken canımız yanacak. Gözümüz yaşaracak. Senai Demirci’nin anlatımıyla “Acı çekince gözümüz yaşarır. İnsan kendisini tanıdıkça bir böyle bir bedel öder, gözleri yaşarır yani ağlar, acı çeker. Acı çekmek, ağlamak göz pınarından yaşın taşması, insanın kendi özünde sakladığı cevherin kendi vücudunu aşmasıdır. O yüzden gözyaşlarını da sevmek gerekebilir, göz yaşı için soğan soymaya değer. Çünkü, soğan soymak insanın kendi özüne varmasıdır, insanın kendini yeni baştan tanımasıdır”.

 

Beni en çok etkileyen matematik öğretmeni örneği vardı. Onu da hatırlatır mısınız?

 

İki tane öğrenci bir de matematik öğretmeni olduğunu düşünelim. Matematik öğretmeni öğrencilerden birisine sadece 2 basamaklı sayılarla ilgili toplama işlemi problemleri verse, diğerine ise iki basamaklı sayılardan sonra 3,4,5,…,10 basamaklı sayıları toplama, hatta çarpma, hatta üstlü sayılar ve çok bilinmeyenli denklemlerle ilgili problemleri verse. Öğretmenin zorladığı öğrenci “bu öğretmen benden ne istiyor, bana kastı ne, benimle ne derdi var, diğerine basit problemler verirken beni neden bu kadar zorluyor dese”, dışardan biri olarak bu durumu nasıl değerlendiririz? Hangisinin yerinde olmak istersin?

 

Zor problemlere maruz kalan olmak isteriz herhalde.

 

Tabi ki, çünkü yarın bir gün bir imtihana girsek 5 basamaklı sayıları biz kolayca yaparken konfor alanında hapis kalmış öğrenci zorlanır ve başarılı olamaz. O zaman öğretmen hangi öğrenciye iyilik yaptı? 

 

Zor problemler verdiği öğrenciye. Bizi zorladığı için kötülük değil iyilik yapmış aslında.

 

Hayatın kendisi de bize zor problemler çıkardığında öğretmen örneğini hatırlayalım.

 

Dün akşam aklıma bir metafor daha geldi. Onu da paylaşayım. Bunu muhtemelen hiç söylememiştim.

 

Bir çiftçi tarlanın altını üstüne getirdiğinde içini dışına çıkardığında o topraktan bir ümidi vardır. Ağaç budayan bir bahçıvan ağacın kolunu kanadını koparır. Canını yakar. Canı yanan ağaç “bu bahçıvanın benle derdi ne kafayı bana niye takmış benden ne istiyor” diye isyan etmez. Bilir ki o kesilerek kaybettikleri yenilgi yenilgi büyüyen bir gürbüzleşme şarkısının Sezai Karokoç’un mısralarındaki esintisidir:

 

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır

Yoktan da vardan da öte bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili, En sevgili, Ey sevgili

 

Bu anlam çerçevesi Yunus Emre’nin “Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim” dizelerindeki manaya götürür bizi.

 

Hocam çok güzel bu örnekler, aklımızda daha kalıcı hale geldi, teşekkür ederiz.

 

Tüm bu örneklerden sonra irade özgürlüğünün altını bir kez daha çizmek isterim.

İrade özgürlüğü bizi iki seçenekten birini tercih etmeye zorlar. Birinci seçenek isyan seçeneği; hayat bana karşı, her şey bana karşı, benim suçum günahım ne, neden şanssızlıklar beni buluyor diye reddetmeyi kabullenmemeyi tercih ettirir veya ikinci seçenek fırsat görmek: “bu talihsizlik zayıf olan neyimi güçlendirmeye geldi, eksik olan neyimi tamam etmeye geldi” diye tahammül ahlakını kuşanmayı tercih ettirir. Hangi seçeneği tercih etmek istediğimiz bizim bakış açımıza bağlı.

 

Arifler dertsiz kaldıklarında üzülürlermiş, kendilerine bir musibet isabet etmediğinde gelişim yolculuğunda geri kaldıkları için kendilerini bahtsız sayarlarmış.

 

Aynen öyle, hatta derler ki “dert insanı kul, odunu kül yapar”, “odun yanar kül olur, adem yanar kul olur” derlermiş.

 

O zaman dert mi aramalıyız kendimize?

 

Ariflerin hikmetinden sual olunmaz. Bizler irfan ve hikmetin peşinde hakikati arayanların ışığında yolumuzu aydınlatıyoruz. Şahsen ben dert dilenmem, ama dileyen ve dilenenler varmış. Hatta şiirlere konu olmuş, kulaklara nota olmuş Niyazi Mısrı’nin sözleri:

Derman arardım derdime 

Derdim bana derman imiş

Burhan sorardım aslıma

Aslım bana burhan imiş

 

Bu burhan yol gösteren kılavuz manasında hakikat anlamını taşır. Batın’ı (görünenin ötesindeki hakikati) görmek, Zahir’i (kafa gözüyle görülenle yetinmek) kurtarır. O yüzden “burhanını kaydeden buhrana düşer”. Çekirdeğin içindeki elmayı görmeyen, elmanın içindeki çekirdek gerçeğiyle kendini oyalar.

 

Aynısını kainatın içindeki insanı görmek ile insanın içindeki kainatı görmek olarak da düşünebilir miyiz?

 

Evet. Tohumu ve taştan ayıran bu hakikattir. Tohumun kendini aşan bir hakikati, anlamı, manası vardır onu taştan ayıran. Hayata bu hakikatin anlam penceresinden bakmak zorlukların arkasındaki manayı idarak etmemizi kolaylaştırır. Tohum patlamayı, yarılmayı, taşı toprağı delmeyi göze almıştır. Zorluğa talip olmuştur. Bu şuurdaki kamil insan da, irfanı konfor alanında aramaz. 

 

Konfor alanı insanı tembelleştirir ve engeller mi o zaman?

 

Konfor alanında hapsolmak insanı geliştirmez. Mutluluk hayatın anlamı değildir sürdürülemez. Mutluluk peşinde koşan insan mutsuzluk içinde ölür derler. İnsanın hayır bildiğinde şer şer bildiğinde hayır olabilir. Her şey o an görüldüğünden ibaret olmayabilir. Tıpkı talihsizliklerimizden ibaret olmadığımız gibi. 

 

Talihsizliklerimiz de bize bir mesaj demiştiniz zaten hocam

 

Evet, Hayat insanlarla olaylar diliyle konuşur. 

 

Hayat bize mesajlar gönderir

Biz mesajı getirene isimler verip

Hayatı ve mesajını görmezden gelmeyi tercih ederiz

Ömer deriz, enise deriz, ahmet deriz, hasan deriz

Komşu deriz, işçi deriz, patron deriz, devlet deriz

 

Hayat bizi uyandırmak ister

Biz uyaranlara isimler verip uykuya devam etmeyi seçeriz

Fakirlik deriz, zenginlik deriz, hastalık deriz

Dert deriz, talihsizlik deriz, şansızlık deriz

 

Hayat bizi dönüştürüp büyütmek ister

Biz isimler verip küçük kalmaya devam etmeyi tercih ederiz

Sıkıntı deriz, stres deriz, üzüntü deriz, bela deriz

İşsizlik deriz, imtihan deriz, kaza deriz, kader deriz

 

Her acı ve dert de bir misafir öğretmen gibidir. Herşeyin sahibi bize o acı veren misafirin de sahibidir. Onu göndererek nasıl ağırladığımızı gözler, Eyyüp Peygambere gönderdiği hastalık misafiri gibi, gönderenin hatırına gelen acı misafire ne kadar tahammül edebildiğimize bakar, nelerden vazgeçebileceğimizi görmek ister,  nefsimize ağır gelen şeylerden vazgeçebilerek kendisine yakınlaşmamız için uzattığı bir ele tutunup tutunamadığımıza bakar, yada o eli ittirip ittirmediğimize.

 

Eğer bir elçi gönderildiyse bizden ümit kesilmemiştir diyebilir miyiz?

 

Her acı “senden ümidi kesmedim, aklımdasın, takibimdesin, radarımdasın, seni terketmedim, sana küsmedim, seni kalemtraş gibi olmak üzere varolduğun şeye hazırlıyorum demektir.

 

O zaman acı veren talihsiz yaşam olaylarına üzülmemeliyiz?

 

Üzüleceğiz, üzülerek üzmeyeceğiz. Üzüldüğümüze üzülmeyecğiz. Çünkü üzücü o olaydan mütessir oluyorsan kalbimiz hala canlı demektir. Ya taş kalpli olsaydık daha çok üzülmemiz gerekmez miydi? Ya kalbimiz üzülmeyecek kadar taşlaşmış olsaydı daha üzücü değil miydi? Üzüntü için yer varsa sevinç için de yer vardır. Üzüldüğümüze de sevineceğiz. Sevinecek yönünü de göreceğiz. “Ölüm hayatı anlamlandıran en dramatik gerçektir” derler. Çok sevdiğimiz bir aile ferdi öldüğünde üzüleceğiz, ama onu sevdiğimiz için de, sevme şansı bulduğumuz içinde, ölümüne üzülecek kadar güzel yaşantılar deneyimlediğimiz için de sevince yer açacağız. Öldüğü için “oh be öldü de kurtulduk” diyeceğimiz bir birlikteliğimiz olmasını mı tercih ederdik? Tabiki hayır. İyi ki güzel şeyler biriktirdik ve öldüğüne üzüldük.

 

Diken gülün habercisidir, Güllerin arasında diken var, Dikenlerin arasında gül var, Bize kaldı, Sızlanma veya şükretme seçeneğini tercih etmek. Hepsi bir tercihten ibaret. Eskiden hastane kapılarında “Elhamdülillah ala külli hal” yazarmış, hastalar içeri girerken sızlanmasınlar şükretsinler diye.

 

Ya sevdiğimiz bizi üzerse hocam?

 

Buna şair cevap versin:

Aşık der incitenden 

İncinme incitenden 

Kemalde noksan imiş 

İncinen incitenden

 

kabın geniş olura bir bardak suyla taşmazsın.

 

Hocam bunlar çok yüce değerler. Keşke tam idrakinde olabilsek.

 

Yaşamak için nedeni olan her türlü nasıla katlanır? Beşer olanı insan yapan bu yüce değerlerdir. İnsanı diğer canlılardan ayıran bu anlam ve ünsiyet bağını kurabilme yetisi akıldır. İnsan mağdur ve kurban psikolojisinden bu bakış açısıyla kurtulabilir. Maruz kalmak, mağdur olmak ve kurban olmak anlamına gelmez. Acının içinde kalmak mağdur ve kurban olmaktır, Acının içinden geçmek ise maruz kalmaktır. Acının dışına çıkmak için içinden geçmek lazım.

 

Ya dertler sürekli artarsa hocam?

 

Dertler dağ gibidir, altı kıl gibidir derdi rahmetli dedem. Allah hiçbir kuluna kaldıramayacağı yük yüklemeyeceğini taahhüt ediyor. Kıl’dan dağ’a alıştıra alıştıra tedrici olarak eğitiyor bizleri matematik öğretmeni gibi.

 

Zorlanmalar bizim iyiliğimiz için o zaman, tıpkı istakoz hikayesindeki gibi. İnternette izlemiştim. Narin ve yumuşak bir hayvan olan ıstakoz, sert ve genişlemeyen bir kabuğun içinde yaşıyor. Tabii ıstakoz büyüdükçe bu sert kabuk da onu sıkıştırmaya başlıyor. Bu sert kabuk, ıstakozun kendini fazlasıyla baskı altında ve rahatsız hissetmesine neden oluyor. Istakoz kendini avcı balıklardan korumak için bir kaya oluşumunun altına gizleniyor. Gizlendiği kayanın altında kabuğunu çıkarıp atan ıstakoz, kendine yeni bir kabuk üretmeye başlıyor. Istakoz bir süreliğine kabuğun baskısından kurtulsa da, zamanla büyüdükçe bu kabuk da ıstakozu sıkmaya başlıyor. Tekrar kayanın altına giden ıstakoz, bu kez kendine daha büyük bir kabuk üretiyor. Bu döngüyü devam ettiren ıstakoz, birçok kere kendine kabuk üreterek büyümeye devam ediyor. Eğer o baskı ve acı olmasa belki hiç büyüyemeyecekti.

 

İşte bu yüzden acıların da bir anlamı var. Bakmasını bilene. Tesadüfen bir talihsizlik yok. Her talihsizlikten bir anlam çıkarabiliriz. Diğer dedemin bir hikayesi var. Onunla toparlayalım. Dedem 40 yaşlarındayken doktorlar ona 6 ay ömür biçiyorlar. İstanbul’un stresinden uzaklaş memleketine git orda doğayla barışık yaşa diyorlar. Dedem de İstanbul’u terkedip Sivas’a yerleşiyor. Sivas’ta küçük bir arazisi var. éYarın kıyamet kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz” sözünü dikkate alarak “benim de kıyametin 6 ay sonra kopacak” diye oraya ağaç dikmeye başlıyor. 6 ay geçiyor. Dedem ölmüyor. 6 ay daha geçiyor, babamlar yan arsayı, yuları tepeti, yandaki tarlayı derken yeni yerler alıyorlar. Dedem oralara da ağaçlar dikiyor. 6 tane 6 ay geçiyor, 6 yıl geçiyor, 6 tane 6 yıl geçiyor dedem hala yaşıyor ve 40 yıl kadar sonra başka sebeplerden vefat ediyor. Vefat edene kadar 100binin üzerinde ağaç dikerek uluslarası birçok ödül aldı. Ve Sivas gibi bir bozkır da çam ağaçları, meyve ağaçları dikerek, kavaktan başka ağaç görmemiş bir coğrafyadaki öğrenilmiş çaresizliği kırdı ve yerine başka parıltı konulamaz ışığıyla dünyamızı aydınlattı. Eğer dedem hastalanmasaydı Sivas’ta hala vişne kavağı, kiraz kavağı, elma kavağı sözlerini duyardınız. Benim de ticari hayatımda çok enterasan talihsizlikler bizi büyüttü. Vakit olmadığı için şimdi anlatamayacağım.

 

Talihsizlikler bize yol gösteriyor o zaman burhan gibi.

 

Evet. Tabela metaforundan da bahsedeyim o zaman. Tüm acılar bir tabela gibidir. Bir tabela düşünün som altından yapılmış, ve dünyanın en kıymetli mücevherleriyle süslenmiş. Göz alıcı ışıltısından etkilenmemek mümkün değil. Parıltısına aldanıp o tabelanın gösterdiği yönü görmez ve “bundan daha iyi varacak bir yer bulamam” diye onun dibine çökersek, o tabelayı mezar taşımız yaparız. Halbuki o tabelanın cazibesine kapılmayıp onun varoluş amacı olan gösterdiği yöne hareket etsek tabelası bu kadar kıymetli olan davete icabet ettiğimizde bizi nelerin karşılayacağını hayal bile edemeyiz. İşte acılar ve talihsizliklerde bu tabela gibidir. O acıların içine çöker o onun içine hapsolursak, tabelanın gösterdiği yönü ıskalamış oluruz, yani acının mesajını ve o mesajı gönderenin davetini.

 

Süremizin sonuna geldik toparlayacak olursak, nasıl özetleyelersiniz

 

Talihsizlik en büyük talihimiz. Talihlilik ise belki de en büyük talihsizliğimiz.

 

Herhangi bir virüsü önceden kapmış birisinin daha büyük bir salgında daha güçlü antikorlarla daha güçlü bir bağışıklıkla daha sağlıklı olması gibi acılar ve talihsizlikler bizim için bir fırsat olabilir. Uçurtmayı uçursan rüzgara karşı olan direncidir. Zorluklara karşı doğru pozisyon alırsa uçar alamazsa tepetaklak olur. Herşey zıddıyla kaim, tıpki merkez efendinin dediği gibi: Sümbül Efendi ben ölünce yerime geçecek kişiyi seceğim. Tüm güç ve kudret sizin elinizde olsaydı ne yapardınız diyince biri tüm kötülükleri yok ederdim, biri sadece iyi olan şeyleri yapardım biri de (merkez efendi) herseye merkezinde bırakırdım diyor. Teodise sorununa en anlamlı yaklaşım bu oluyor. Süt kazanına düşen kurbağa, atelet içinde kalan balıkların ölümü, ve yüzme mücadelesi veren farelerin boğulmaması örnekleri var.

 

Olmasını isterken olmayan ve olmamasını iterken olan acı verici ters giden talihsizliklere temas etmekten kurtulmak mümkün değildir ancak uğruna acı çekmeye değer bir hayat ve anlam inşa edilebilir. 

 

Yaşanan tüm bu talihsiz olayları herşeye rağmen bir başarıya dönüştürme seçeneğiniz olduğunu da unutmayın lütfen.

 

Çünkü “Ne dem baki ne gam baki”.

 

 

Söz: Sezen Aksu Müzik: Sezen Aksu Düzenleme: Mustafa Ceceli Bazen daha fazladır her şey Bi’ eşikten atlar insan Yüzüne bakmak istemez yaşamın O kadar azalmıştır anlam O zaman git hemen radyoyu aç Bi’ şarkı tut Ya da bi kitap oku mutlaka İyi geliyor Ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor Ama fazla da üzülme, hayat bitiyor bir gün Ayrılıktan kaçılmıyor Hem çok zor, hem de çok kısa bir macera ömür Ömür imtihanla geçiyor Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir Bir şiirden, bir sözden Bir melodiden, bir filmden Geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor Yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden Bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor

Güneş her akşam batıp her gün doğuyorsa

Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa

En derin yaralar kapanıyorsa

En büyük acılar unutuluyorsa

Neden korkulur hayatta söyleyin bana

Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım

Elbette daldan dala konup sonra uçacağım

Elbette bazen hızla dönüp bazen duracağım

Elbette bazen söyleyip bazen susacağım

İnanmadım asla inanamam

Her şeyin bir sonu olduğuna

Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim

Elbette önce çekip gidip sonra döneceğim

 

 

Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,

Bir dem gelir şadi olur, bir dem gelir giryan olur.

 

Bir dem sanasın kış gibi, şu zemheri olmuş gibi,

Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bostan olur.

 

Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez,

Bir dem dilinden dür döker, dertlilere derman olur.

 

Bir dem çıkar arş üzere, bir dem iner tahtessera,

Bir dem sanasın katredir, bir dem taşar umman olur.

 

Bir dem cehalette kalır, hiç nesneyi bilmez olur,

Bir dem dalar hikmetlere, Calinus ve Lokman olur.

 

Bir dem dev olur ya peri, viraneler olur yeri,

Bir dem uçar Belkıs ile ine cine sultan olur.

 

Bir dem görür olmuş geda, yalın tene geymiş aba,

Bir dem gani himmet ile hem fağfur hem hakan olur.

 

Bir dem gelir asi olur Hak zihnini yavı kılar,

Bir dem gelir ki yoldaşı hem zühtü hem iman olur.

 

Bir dem günahın fikreder dosdoğru Tamu’ya gider,

Bir dem görür Hak rahmetin uçmaklara Rıdvan olur.

 

Bir dem varır mescitlere, yüz sürer orda yerlere,

Bir dem varır deyre girer, İncil okur ruhban olur.

 

Bir dem gelir Musa olur yüz bin münacatlar kılar,

Bir dem girer kibr evine Firavun ve Haman olur.

 

Bir dem gelir İsa gibi, ölmüşleri diri kılar,

Bir dem gelir gümrahleyin yolunda sergerdan olur.

 

Bir dem döner Cebrail’e, rahmet saçar her mahfile,

Bir dem gelir gümrah olur, miskin Yunus hayran olur.

 

Yunus Emre

 

 

 


[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]

Danışmanlık İçin Randevu

+90 (533) 246 61 34
+90 (216) 428 7 546
[email protected]


Whatsapp

Randevu Başvurusu

 

 

Konuşalım

T: +90 216 428 7546
E: [email protected]